5.6.15

"Bu acı dönem üzerinde sık sık dururum hâlâ, Odile'in, yosmaca davransa bile, bana sadık kaldığını, biraz daha becerikli davranmakla aşkını yitirmemiş olabileceğimi düşünmek çok üzer beni. Ama insan Odile karşısında nasıl davranacağını kolay kolay bilemezdi ki. Sevecenlik canını sıkar, onda beklenmedik, ufak da olsa düşmanca tepkiler uyandırırdı; tehditler daha şiddetli şeyler yapmasına yol açabilirdi."

Andre Maurois, İklimler
çev: Tahsin Yücel

27.5.15

"I know a new place we can go," she said. "When I was ill I didn't mind sitting inside with the others in the evening—what they said seemed like everything else. Naturally now I see them as ill and it's—it's—"
 "You'll be leaving soon." 
 "Oh, soon."

Tender is the Night, F.S. Fitzgerald 

16.2.15

"Ne zaman ve nerede bu yaratma duracak? Ve sınırlı bir yazar henüz yaratılmayan ne yaratabilir? Hiçbir şey. Yazar kafasındaki gri maddeleri yeniden düzenler. Bir başlangıç ve son yapar -yaratmanın tam aksi!- ve ikisi arasında, dolaştığı yerde, veya daha doğrusu dolaştırıldığı yerde, gerçeğin taklitçiliği doğar: bir kitap. Bazı kitaplar dünyanın yüzünü değiştirir. Yeniden düzenleme, başka şey değil. Hayatın sorunları devam eder. Bir yüz ortadan kaldırılabilir, ama kişinin yaşı silinemez. Kitapların hiçbir tesiri yok. Yazarların hiçbir tesiri yok. Tesir ilk Sebep'te verildi. Neredeydin sen ben dünyayı yaratırken? Bunu cevaplandır ve yaratılışın bilmecesini çöz!"

Henry Miller, Neksus
çev: Sedat Sertoğlu

7.11.14

"... 'Niçin her şey böyle berbat oldu? Sana kim beddua etti İlya? Ne günah işledin? İyi yüreklisin, zekisin, duygulusun, soylusun. Ama gene de eriyip gidiyorsun. Seni için için yiyen nedir? Bu hastalığın bir adı yok mu?'
   Oblomov zor işitilir bir sesle:
   'Var,' dedi.
   Olga yaş dolu gözleriyle sorar gibi baktı. Oblomov:
   'Oblomovluk,' diye mırıldandı. Sonra Olga'nın elini tuttu. Öpmek istedi, öpemedi. Yalnız dudaklarının üzerine kuvvetle bastı ve sıcak gözyaşları Olga'nın parmaklarına döküldü. Başını kaldırmadan, yüzünü göstermeden arkasını döndü ve odadan çıktı."

15.4.14

" 'Hayvanlar ve insanlar benzer şekilde acı çeker ve ölür. Eğer domuzunuzu yemeden önce kendiniz öldürmek zorunda olsaydınız büyük ihtimalle bunu yapamayacaktınız. Domuzun çığlık attığını duymak, kanın sıçradığını, bebeğin annesinden koparıldığını ve hayvanın gözünde ölümü görmek midenizi bulandıracaktı. Dolayısıyla sizin yerinize öldürmesi için fabrikadaki adamı tutuyorsunuz. Benzer bir biçimde, eğer gettodaki koşulları kötüleştiren varlıklı aristokratlar gerçekten orada acı çekenlerin çığlıklarını duysa, küçük çocukların açlıktan yavaş yavaş ölümünü görse ya da insanlığın ve haysiyetin boğazlanmasına şahit olsaydı, öldürmeye devam edemezdi. Ama zenginler böyle dehşetlerden muaftır. ... Eğer et yemek için öldürmeyi haklı çıkarabiliyorsanız, gettodaki koşulları da haklı çıkarabilirsiniz.' (Dick Gregory, The Shadow That Scares Me)

Kesme kurumu insanlara özgüdür. Bütün etçil hayvanlar avlarını kendileri öldürür ve tüketir. Kurbanlarını yemeden önce onları görür ve seslerini duyarlar. Kayıp gönderge yoktur, yalnızca ölü bir gönderge vardır. Plutarch "Et Yeme Üzerine Makale" adlı yazısında okurlarına şu gerçekle sataşır: Eğer etçil olduğunuza inanıyorsanız 'o zaman yemek istediğiniz hayvanı kendiniz öldürmekle işe başlayabilirsiniz ama bunu kendi doğal silahlarınızla yapın; kasap bıçağı, balta ya da sopa kullanmadan.' Plutarch insanların bir iskeletten et yiyebilmelerine müsait bir bedenleri olmadığına işaret eder. İnsanların kıvrık bir gagaları, keskin pençeleri, sivri dişleri yoktur."

Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası
çev: G. Tezcan & M. E. Boyacıoğlu




27.9.13

"... bir 'bırakınız yapsınlar' ve hoşgörü ahlakının başkasının özgürlüğüne daha fazla saygı göstereceğini sanmamak gerekir: varolduğum andan itibaren başkasının özgürlüğüne olgusal bir sınır getiririm, bu sınır benim ve projelerimden her biri bu sınırı başkasının çevresinde çizer: acıma, bırakınız-yapsınlar anlayışı, hoşgörü -ya da her türlü çekimser tavır- beni angaje eden ve başkasını da kendi rızası içinde angaje eden bana ait bir projedir. Başkasının çevresinde hoşgörüyü gerçekleştirmek, hoşgören bir dünyaya başkasının zorla atılmasını sağlamaktır. Başkasını, hoşgörüsüz bir dünyada geliştirmek imkânını bulacağı cesurca direnme, kararlılık, kendini olumlama türü özgür imkânlarından ilke olarak mahrum etmektir. Bu, eğitim sorunu düşünüldüğünde daha da açıkça ortaya çıkan bir şeydir: katı bir eğitim çocuğa araç muamelesi yapar, çünkü onu kabul etmediği değerlere boyun eğmeye zorlar; ama daha farklı yöntemler kullansa bile, liberal bir eğitim de çocuğun hangi ilke ve değerlere göre muamele göreceğinin a priori seçimini yapmaktadır. Çocuğu ikna yöntemiyle ve yumuşaklıkla eğitmek, yine de onu zorlamak demektir. Böylece başkasının özgürlüğüne saygı, boş bir laftır: bu özgürlüğe saygı göstermeye doğru atılımda bulunabilseydik bile, başkası karşısında alacağımız her tavır saygı gösterdiğimizi iddia ettiğimiz bu özgürlüğün ihlali olacaktı. Kendini başkası karşısında tastamam ilgisizlik olarak verecek en aşırı tavır da yine bir çözüm değildir: biz esasen başkasının karşısında olarak dünyaya fırlatılmış durumdayız, belirişimiz başkasının özgürlüğünün özgür sınırlandırılmasıdır ve hiçbir şey, intihar bile bu kökensel durumu değiştiremez; gerçekten de, edimlerimiz ne olursa olsun, biz bu edimleri başkasının esasen varolduğu ve benim onun karşısında fazladan olduğum bir dünyanın içinde yerine getiririz. ..."

J.P. Sartre, Varlık ve Hiçlik
çev: Turhan Ilgaz - Gaye Çankaya Eksen

7.8.12

"... Olmuştu işte sonunda. Boğa iyice çıkmaza girmişti. Her biri giderek artan bir düşmanlıkla fırlatılan bir, iki, üç, dört kemende daha yakalanmıştı. Seyirciler hevessiz bir biçimde ayaklarını tahta tribünlere vurup tempoyla el çırpıyorlardı. - Evet, tüm bu boğa olayının yaşamı andırdığı geldi birden aklına:  göz alıcı doğuş, eşit koşullar, önce kararsız, sonra güvenli, sonra yarı umutsuzca atılan turlar arenanın çevresinde, aşılan (ama aşılması gereken takdiri görmeyen) bir engel, sıkıntı, boyun eğme, çöküş; sonra yeni, daha sıkıntılı bir başlangıç; şimdi açıktan açığa düşmanca davranan bir dünyada, kendini bulmayı amaçlayan içedönük çabalar, yarısı uyuklamakta olan yargıçların apaçık ama yanıltıcı teşvikleri, önceden güvenle aşılmış önemsiz engelin yüzünden felaketin başlangıcına yönelen kararsızlıklar, kötü niyetliden çok sakar olduklarından kuşkulanılan dostların, belirsiz düşmanların tuzaklarına son dolanış, ardından da felaket, teslim, dağılış..."

Malcolm Lowry, Yanardağın Altında
çev: Sinan Fişek

31.5.12

"İçimdeki sanatsal yaratıcılık her zaman kendini açlık gibi duyurmuştur. Ben de hoş bir doyumla bu gereksinimi karşılamışımdır. Ne var ki tüm bilinçli yaşamım süresince bu açlığın nereden geldiğini ve neden hep doyurulmak istediğini hiçbir zaman kendime sormamıştım. Son birkaç yıldır bu açlık yatışmaya başlıyor, bu yüzden yaratıcı etkinliğimin asıl nedenini bulmak için belirli bir dürtü duyuyorum.

İlk çocukluk anım, başardığım her şeyin (ne olursa olsun) gösterisini yapmak için duyduğum güçlü gereksinimdir: Resim yapma becerisi, topu duvara vurmadaki ustalık, yüzme öğrendiğimde attığım ilk kulaçlar.
Bu gösterilerle dünyadaki varlığıma yetişkinlerin ilgisini çekmek için güçlü bir duygu içinde olduğumu anımsıyorum. Çevremdekilerin bana hiçbir zaman yeterince ilgi göstermediklerini duyumsuyordum. Ne zaman gerçekliği yetersiz bulsam fanteziler üretmeye, yaşıtlarıma kendi gizli serüvenlerime ilişkin yabanıl öyküler anlatmaya başlıyordum. Bunlar beni çevreleyen dünyanın kuşku duvarlarına çarpıp parçalanan utanç verici yalanlardı elbette. Giderek gerçek dünyadan çekildim ve düş dünyamı kendime sakladım. Sonuçta bağ kurmayı arayan düşlem saplantılı bir çocuk, kısa sürede yaralı ve usta bir gündüz düşçüsüne dönüştü. Ne var ki bir gündüz düşçüsü hiçbir zaman sanatçı değildir -düşlerinin dışında.

Film çekme sanatının benim kaçınılmaz bir anlatım aracım olacağı belliydi. Yetersiz kaldığım sözcüklerden, yeteneksiz olduğum müzikten ve pek ilgi duymadığım resimden farklı bir dil aracılığıyla kendimi açıkladım. Ansızın çevremdeki dünyayla, aklın kısıtlayıcı denetiminden neredeyse tensel bir biçimde kurtulmuş, ruhtan ruha bağ kurmaya izin veren bir dille iletişim kurma olanağı bulmuştum.

Çocukluğumun bastırılmış tüm açlığıyla kendimi, seçtiğim anlatım aracına adadım. Yirmi yıl boyunca hiç bıkıp usanmadan bir tür çılgınlık içinde düşler, duyu yaşantıları, düşlemler, delice patlamalar, nevrozlar, sancılı inançlar, arı yalanlar ürettim. Açlığım durmadan kendini yineledi. Para, ün, başarı, şaşırtıcı, ama temelde önemsiz oldu; öfkemin neticeleriydi. Bunları söylüyor olmam, hiçbir zaman gerçekleştirdiklerimi küçümsüyor ya da yadsıyorum anlamına gelmez. Özdoyum olarak sanatın değeri olduğu apaçıktır. Özellikle sanatın kendisi için.

Tümüyle açıkyürekli olmak gerekirse sanat (yalnızca sinema sanatı değil) benim için önemsizdir.

Edebiyat, müzik, film ve tiyatro doğururlar ve kendileriyle beslenirler. Yeni dönüşümler, yeni bileşimler ortaya çıkar ve yok edilir. Dışarıdan bakıldığında coşkulu bir canlılık içinde görünen bu devinim, sanatçıların kendilerine, gittikçe dalgınlaşan izleyiciye, onların ne düşündüklerini artık sormaz olmuş bir dünya yaratmak için duydukları gem vurulmaz istekle beslenir. Dünyanın kimi yerlerinde sanatçılar cezalandırılır ve sanat, savaşılması ya da denetim altında tutulması gereken bir tehdit olarak görülür. Ancak genel olarak sanat özgürdür, utançsızdır ve sorumsuzdur. Sözünü ettiğim gibi sürekli yoğun bir devinim içindedir ve coşkuludur. Bence sanat, üzeri karıncalarla dolu bir yılanın derisine benzer. Yılan çoktan ölmüş, içi boşalmış, zehri tükenmiştir, ama derisi yaşamın koşuşturmasıyla kıpır kıpırdır. ..."

Ingmar Bergman, İmgeler
çev: Gökçin Taşkın

23.5.12

"Gençliğimizin başlarında hayatımızın geleceğini düşünürken perde açılmazdan evvel bir tiyatronun önünde oturan ve büyük bir mutluluk, heyecan ve istekle başlayacak oyunu bekleyen çocuklara benzeriz. Perde açıldığında olacakları bilmemek bir bahtiyarlıktır. Eğer olacak olanları önceden görebilseydik, o çocuklar bize zaman zaman masum mahpuslar gibi görünebilirdi -doğru, ölüme değil, ama hayata mahkum edilmiş ve hâlâ bu mahkumiyetlerinin ne anlama geldiğinin farkında olmayan mahkumlar. Böyleyken yine de her insan ihtiyarlık yaşlarına ulaşmayı ister, yani bir hayat durumuna ki, 'Bugün kötü, yarın daha da kötü olacak ve hepsinin en kötüsü gelip çatıncaya kadar böyle devam edecek'ten başka söylenecek söz yoktur hakkında."

Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı
Çev: Ahmet Aydoğan

18.2.12

TÜMCELER

   Bu dünya, şaşkın iki çift gözümüz için kara, tek bir ormana, birbirini seven iki çocuk, bir sahile, -duru sevgimiz için bir çalgılar evine dönüştüğünde,- sizi o zaman bulacağım.
   Yeryüzünde, sakin, güzel ve "görülmemiş bir lüks içinde" bir tek ihtiyar kaldığı vakit, -dizlerinizin dibinde olacağım.
   Bırakın bütün anılarınızı gerçekleştireyim, -sımsık bağlayan biri olabileyim sizi, -boğacağım sizi.

Arthur Rimbaud

(çev: İlhan Berk)