TÜMCELER
Bu dünya, şaşkın iki çift gözümüz için kara, tek bir ormana, birbirini seven iki çocuk, bir sahile, -duru sevgimiz için bir çalgılar evine dönüştüğünde,- sizi o zaman bulacağım.
Yeryüzünde, sakin, güzel ve "görülmemiş bir lüks içinde" bir tek ihtiyar kaldığı vakit, -dizlerinizin dibinde olacağım.
Bırakın bütün anılarınızı gerçekleştireyim, -sımsık bağlayan biri olabileyim sizi, -boğacağım sizi.
Arthur Rimbaud
(çev: İlhan Berk)
18.2.12
4.10.11
"... Mutluluktan uçma, kendinden geçme ya da orgazm olarak farklı biçimlerde çevrilen jouissance, kültürün doğaya teslim olduğu anda ortaya çıkan bedensel hazdır. Jouissance benliğin ve benliği denetleyip yöneten öznelliğin kaybolmasıdır -benlik toplumsal olarak inşa edildiği için denetlenebilmekte, öznelliğin alanı olmasından dolayı da ideolojik üretimin ve yeniden üretimin alanıdır.
Bedenin doğal bir özü vardır: Bedenin anlamlarını denetleme mücadelesinin bedelleri yüksektir, çünkü ödül kültürün sunduğu anlamları ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi denetim altına alma hakkıdır. Denetim dışı bedenin orgazm hazzı -benliğin yitimi- Foucault'nun 'insanlar kendilerini ve ötekileri yönetirler' şeklindeki etkili deyişiyle parmak basılan öz-denetiminden / toplumsal denetimden sıyrılma, kurtulma hazzıdır. Bu haz, anlamdan kaçma hazzıdır, çünkü anlam daima toplumsal olarak üretilmekte dahası öznede bulunan toplumsal güçleri yeniden üretmektedir. ..."
R. Barthes, The Pleasure of Text; Burak Bakır, Sinema ve Psikanaliz
Bedenin doğal bir özü vardır: Bedenin anlamlarını denetleme mücadelesinin bedelleri yüksektir, çünkü ödül kültürün sunduğu anlamları ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi denetim altına alma hakkıdır. Denetim dışı bedenin orgazm hazzı -benliğin yitimi- Foucault'nun 'insanlar kendilerini ve ötekileri yönetirler' şeklindeki etkili deyişiyle parmak basılan öz-denetiminden / toplumsal denetimden sıyrılma, kurtulma hazzıdır. Bu haz, anlamdan kaçma hazzıdır, çünkü anlam daima toplumsal olarak üretilmekte dahası öznede bulunan toplumsal güçleri yeniden üretmektedir. ..."
R. Barthes, The Pleasure of Text; Burak Bakır, Sinema ve Psikanaliz
7.9.11
"... Eğer kişi olgunluğa, doğallığa ve benliğiyle ilgili gerçek deneyime ulaşmakta başarısız olursa, onun ciddi bir bozukluğu olduğuna kanaat getirebiliriz. Bu da özgürlüğün ve doğallığın, her insan varlığının ulaşması gereken nesnel amaçlar olmasından kaynaklanır. Böyle bir amaç herhangi bir toplumun üyelerinin çoğunluğu tarafından gerçekleştirilmemişse, bizler toplumsal kalıpların bozukluğu olgusundan söz edebiliriz. Birey, bunu diğer insanlarla paylaşır; yani bunun bir bozukluk olduğunun farkında değildir. Güvenliği de diğerlerinden farklı olma deneyimiyle tehdit edilmemektedir, yani dışlanmaz. Ruhsal zenginliğinden ve gerçek mutluluk duygusundan uzaklaşmış olabileceği gerçeği, insanlığın geri kalan bölümüyle uyum içerisinde olduğunu bilmenin verdiği güven duygusuyla dengelenir. Aslında onun bu bozukluğu kültürü tarafından erden seviyesine yükseltilir ve bu ona bir başarı duygusu dahi verebilir. ..."
Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan
Çev: Devrim Doğan Yüzer
Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan
Çev: Devrim Doğan Yüzer
27.6.11
" '... Yazar olarak doğan adama acıyorum. Onun için takılıyorum bu herife o kadar, vazgeçirmeye uğraşıyorum, biliyorum çünkü başına gelecekleri. Gerçekten iyiyse biraz, ayvayı yedi. Bir ressam yılda yarım düzine resim çıkarabilir, öyle diyorlar. Ama bir yazarın bazen on yıl alıyor bir kitabı yazması, bir de iyiyse dediğin gibi, on yılı da yayınlayacak birini aramakla geçiyor, ondan sonra da kitabın tanınması için en az on beş yirmi yıl ister. Bütün bir yaşam neredeyse -tek kitap, dikkatinizi çekerim. Nasıl yaşayacak bu arada? Eh, çoğu zaman köpek gibi sürünüyor işte. Bir dilenci, kral gibi yaşıyor onun yanında. Kimse seçmezdi böyle bir mesleği, başına gelecekleri bilse. Bütünüyle sapıklık gibi geliyor bana bu iş. Apaçık söylüyorum, değmez. Hiçbir zaman böyle üretilsin diye doğmadı sanat. Bir lüks oldu artık sanat bugünlerde, önemli olan bu. Bir tek kitap okumadan ya da tek resme bakmadan da yaşayabilirim. Başka bir yığın işimiz var -resimlerle kitapları gereksinmiyoruz. Müziğe evet -her zaman isteyeceğiz müziği. İyi müzik değilmiş, önemi yok -müzik olsun yeter. Artık kimse iyi müzik yazmıyor ne de olsa... Bana kalırsa hızla batıyor dünya. Bu gidişe bakılırsa akıllı olması gerekmiyor insanın. Aslında, ne kadar az aklın varsa o kadar iyisin demektir. Şimdi artık öyle bir kurduk ki düzeni, adamın ayağına geliyor her şey tepsi içinde. Küçücük bir şeyi geçerli olabilecek kadar iyi yap yeter; bir sendikaya girersin, mümkün olduğunca az çalışırsın, yaşın gelince de emekliye ayırırlar maaşını bağlayıp. Estetik eğilimlerin varsa dayanamazsın bu budalaca düzeni yıllar boyu sürdürmeye, sanat huzursuz eder insanı, doyumsuzlaştırır. Böyle bir şeyin olmasına izin veremez sanayi düzenimiz -onun için, sanat yerine, yatıştırıcı, küçük şeyler sunarlar sana, insan olduğunu unutasın diye. Yakında hiç sanat diye bir şey kalmayacak bakın görürsünüz. Para yedirmeniz gerekecek bir müzeye ya da konsere gidebilmek için. Sonsuza kadar böyle gidecek demiyorum. Hayır, bir kalıbına uydursunlar hele her şeyi, her şey tıkır tıkır işlesin, kimse yakınıp bağırmasın, kimse huzursuz ya da doyumsuz olmasın, çökecek zaten o zaman her şey. Makina olmak için yaratılmadı insanlar. İşin tuhafı da, bütün bu ütopik hükümet sistemlerinin hepsi de insanı özgürleştirmekten söz eder -ama önce, sekiz gün kurulmadan işleyen saatler gibi çalıştırmaya uğraşırlar adamı. Köle olmasını isterler bireyden, insanlığın özgürlüğünü kurabilmek için. Saçmasapan şeyler bunlar. Şimdiki düzenin daha iyi olduğunu söylemiyorum. Aslında bundan daha kötüsünü düşünebilmek güç. Ama biliyorum, şimdi elimizde bulunan ufak tefek haklardan vazgeçerek düzeltilemez. Daha çok hak istediğimizi sanıyorum. Hey Tanrım, avukatlarla yargıçların neleri korumaya uğraştıklarını gördükçe kusmak geliyor içimden. İnsan ihtiyaçlarıyla hiçbir ilgisi yok yasanın: bir sürü parazitin döndürdüğü bir dolap. Eline bir yasa kitabı al da bak, bir bölüm oku yüksek sesle, neresi olursa. Deli saçması gibi geliyor adama, aklı başındaysa. Gerçekten delilik vallahi, biliyorum öyle! Ama hukuku sorgulamaya başlarsam başka şeyleri de sorgulamak zorunda kalırım. Aklımı oynatırım her şeyi açık seçik görmeye başlarsa. Yapamazsın bunu -ayak uydurmak istiyorsan yapamazsın. Gözü kapalı yürümek zorundasın, bir anlamı varmış gibi yapmak zorundasın, ne yaptığını biliyor sanmalı insanlar. Ama yok yaptığı şeyin ne olduğunu bilen! Sabahları kalkıp düşünmüyoruz yapacağımız şeyleri. Hayır beyim! Bir sis içinde uyanıp, karanlık tünellerde sürükleniyoruz akşamdan kalma. Oynuyoruz oyunu. Biliyoruz, boktan, pis bir oyun ama bir şey gelmiyor elimizden -başka çıkar yol yok. Belli bir düzende doğmuşuz, ona koşullanmışız: orasında burasında bir iki küçük gediği tıkayabilirsin, su alan bir kayığı onarır gibi, ama yeniden yapmak olmaz, vakit yok buna, limana varmak zorundasın, ya da öyle olduğunu sanırsın. Hiç varamayacağız elbet. Kayık batacak önce, inanın bana... Şimdi ben şu Henry'nin yerinde olsam, onun kadar inansam sanatçı olduğuma, sanıyor musunuz bunu dünyaya göstermek zahmetine katlanırdım? Yokum ben öyle şeyde! Tek satır yazmazdım oturup da; düşüncelerimi düşünür, düşlerimi düşlerdim, olur giderdi böylece. Beni geçindirebilecek bir işe girerdim, ne türlü iş olursa olsun, sonra "siktir ol" derdim dünyaya, "hiçbir şey yükleyemezsin bana! Sanatçı olduğumu göstereyim diye açlıktan gebertemezsin beni. Yok beyim! Ne biliyorsam biliyorum, kimse de başka türlü olduğunu söyleyemez bana." Usulcacık yaşar giderdim, mümkün olduğunca az şey yapıp, mümkün olduğunca tadını çıkarmaya bakarak. Olgun, dolgun, bereketli düşüncelerim varsa kendi başıma tadını çıkarırdım bunların. İnsanları gırtlaklayıp yutturmaya çalışmazdım onları. Bir sersem gibi davranırdım çoğu zaman. Evet efendim, sepet efendim. Bırakırdım çiğneyip geçsinler isterlerse. Ta yürekten bir şeyler olduğumu bildiğim sürece önemi yok. Emekliye ayrılırdım yaşamımın tam ortasında, beklemezdim yaşlanıp sakatlanmayı, içimi dışına çıkardıktan sonra Nobel armağanıyla teselli etmelerini... Biliyorum, sapıkça bir şey gibi geliyor bu. Biliyorum, düşüncelere bir biçim ve ses verilmeli. Ama ben bilmekten söz ediyorum, olmaktan söz ediyorum yapmak yerine. Hem canım, bir şey olmayı istersin o şey olmak için. Hiç durmadan oluşmanın bir tadı olmazdı o zaman, öyle değil mi? Neyse, diyelim kendi kendine şöyle diyorsun? boş ver sanatçı olmayı, sanatçı olduğumu biliyorum, yalnız olmakla yetineceğim. Peki sonra? Ne demektir sanatçı olmak? Kitaplar yazmak ya da resimler yapmak zorundasın mı demek? Bu sonraki iş, kabuk -sanatçı olduğunun kanıtları bunlar ancak... Henry, diyelim yazılmış kitapların en büyüğünü yazdın, tamamlar tamamlamaz da yok oldu müsveddeler? Diyelim hiç kimse bilmiyordu bu büyük kitabı yazdığını, en yakın dostun bile? O zaman benimle aynı düzeyde, kağıt üstüne tek şey geçirmemiş biri olmaz mıydın? O noktada birdenbire ölüverseydik ikimiz de, dünya hiçbir zaman bilemezdi ne senin ne de benim sanatçı olduğumuzu. Ben hayatın tadını çıkarmış olurdum, sen de bütün yaşamını harcamış olurdun.' ..."
Henry Miller, Seksus
(çeviren: Zehra Enger)
23.5.11
"Mısır firavunu Psammetikhos Pers kralı Kambyses'e yenilip esir düştüğünde, Kambyses onu aşağılamak için Pers zafer alayının geçeceği yola götürülmesini emreder. Her şey öyle ayarlanmıştır ki, Psammetikhos kızını bir hizmetçi olarak, testiyle kuyuya giderken görür. Bütün Mısırlılar bu görüntü karşısında ağlayıp yakınırken, Psammetikhos öylece durur; gözlerini yere diker, kılı kıpırdamaz, ağzından tek bir söz çıkmaz. İdam edilmeye götürülen oğlunu gördüğünde; gene tepkisiz kalır. Ama esirler arasında yaşlı, yoksul düşmüş hizmetkârını görünce, yüzünden derin acı işaretleri görülür, dövünmeye başlar.
Bu hikâye gerçek anlatıcılığın ne olduğu hakkında bir fikir verebilir. Enformasyon yalnızca yeni olduğu an değer taşır, yalnızca o an yaşar. Kendini tümüyle o âna teslim etmeli, zaman kaybetmeden kendini ona açıklamalıdır. Oysa hikâye farklıdır: Kendini tüketmez, gücünü toplar ve korur, yıllarca sonra bile harekete geçirebilir. Örneğin Montaigne, Mısır firavununun neden yalnızca hizmetkârını görünce ağlayıp dövündüğünü sorar kendine. Ve şöyle cevaplar: "O kadar kederliydi ki," der "kederindeki ufacık bir artış, duygularını zaptedememesine yetmişti." Montaigne böyle. Ama şöyle de söylenebilir: "Kendi soyundan olanların yazgısı firavunu etkilemez, çünkü bu onun kendi yazgısıdır." Ya da: "Gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek etkiler bizi. Firavun için hizmetkâr yalnızca bir oyuncudur." Ya da: "Kederin büyüğü tıkar insanı ve ancak bir gevşeme ile birlikte dışavurulabilir. Hizmetkârın görülmesi, bu gevşeme anıdır." Herodotos, hiçbir açıklama yapmaz. Hikâyeyi olabilecek en kuru üslupta aktarır. Eski Mısır'a ait bu hikâyenin binlerce yıl sonra insanları hâlâ şaşırtıp düşündürüyor olmasının nedeni de bu. Tıpkı piramitlerin hava geçirmeyen bölmelerinde binlerce yıl kapalı kalmış tohum tanelerinin, yeşerme güçlerini bugüne kadar koruyabilmiş olmaları gibi..."
Walter Benjamin, "Hikâye Anlatıcısı"
(çeviri: Nurdan Gürbilek, Sabir Yücesoy)
26.3.11
(I. Dünya Savaşı hakkında)
"... Tüm ülkelerde öğretmenler yurtseverlik bilincini besleyen doğruları öğrettiler. Ayrıca erginlik çağına giren gençler ülkelerinin düşmanlarla çevrilmiş olduğunu, bu düşmanların onun mutluluğuna, güvenliğine, hatta varlığına göz dikmiş olduğunu öğrendiler. Böylece tarih öğretimi, basının tutumu, hatta spor gösterileri kısa zamanda ulusçuluğa dönüşecek olan bu yurtseverliği körüklüyordu. ..."
Marc Ferro, XX. Yüzyılın Olaylarını Anlamak
9.1.11
"... Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."
Sait Faik Abasıyanık, Haritada Bir Nokta
16.12.10
" 'Merhaba,' dedi Küçük Prens.
'Merhaba," dedi satıcı. Susuzluk giderici haplardan satıyordu. Bunlardan haftada bir tane yuttun mu, susuzluk falan hissetmiyordun.
'Neden satıyorsunuz bunları?' diye sordu Küçük Prens.
'İnsana müthiş zaman kazandırıyor da ondan,' dedi satıcı. 'Uzmanlar hesaplamışlar: Haftada tam elli üç dakika kazanılıyor.'
'Peki bu elli üç dakikayla ne yapılır?'
'Ne istersen...'
'Dilediğim gibi harcayacak elli üç dakikam olsa,' dedi Küçük Prens, 'Bir çeşmeye doğru keyifli bir yürüyüş tuttururdum.' "
Antoine de Saint-Exupery, Küçük Prens
20.11.10
"... Bize yanlış öğretilir. Teknoloji gelişir oysa sanat gelişmez, ilerlemez. Ancak kendi içinde devinir durur. Günümüzde gelişen teknolojinin imgeye üçüncü boyutu geri vermeye çalışması, yaratıcı gerçekliği ve anlamı filmden uzaklaştırıyor. Ayrıca film dil olmaktan uzaklaştığı gibi bir fikri telkin etmekten de vazgeçiyor.
En iyisi Robert Bresson'a geri dönmektir."
Erden Kıral, Altyazı Özel Sayı 100
19.8.10
"... günümüzün uygarlaşmış dünyasında erkeklerin aşk tutumlarının tümüyle ruhsal empotans damgasını taşıdığı sonucundan kaçamayız. Sevecenlik ve kösnüllük akımlarının uygun biçimde iç içe geçtiği pek az sayıda eğitimli insan bulunur; erkek neredeyse her zaman kendisinin cinsel etkinliği üzerinde bir kısıtlama etkisi yaratan kadına saygı duyar ve yalnızca değersizleştirilmiş bir cinsel nesneyle birlikteyken tam erk geliştirir; bunun nedeni de kısmen, saygı duyduğu kadınla doyurmaya cesaret edemediği sapkın öğelerin cinsel ereklerine girmesidir. Tam cinsel doyumu, ancak kendisini çekincesiz, örneğin karısıyla yapmaya cesaret edemediği, bir biçimde doyum elde etmeye adayabildiğinde güvence altına alabilir. Değersizleştirilmiş bir cinsel nesne, ahlâki olarak alt düzeyde, hiçbir estetik kaygı yüklemesi gerekmeyen, başka toplumsal ilişkilerinde kendisini tanımayan ve onlar için kendisini yargılayamayacak bir kadın gereksiniminin nedeni budur. Tüm sevecenliği daha üstün türden bir kadına ait olduğunda bile cinsel erkini adamayı yeğlediği kişi bu türden bir kadındır. Toplumun en üst sınıflarının erkeklerinde sıklıkla gözlemlenen, sürekli bir metres ve hâtta bir eş olarak daha alt sınıftan bir kadın seçme eğiliminin, sadece ruhbilimsel olarak eksiksiz doyum olasılığının bağlandığı değersizleştirilmiş bir cinsel nesneye olan gereksinimlerinin bir sonucu olması da olasıdır."
Sigmund Freud, Aşkın Ruhbilimine Katkıları II, 1912
Sigmund Freud, Aşkın Ruhbilimine Katkıları II, 1912
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)