23.5.11

"Mısır firavunu Psammetikhos Pers kralı Kambyses'e yenilip esir düştüğünde, Kambyses onu aşağılamak için Pers zafer alayının geçeceği yola götürülmesini emreder. Her şey öyle ayarlanmıştır ki, Psammetikhos kızını bir hizmetçi olarak, testiyle kuyuya giderken görür. Bütün Mısırlılar bu görüntü karşısında ağlayıp yakınırken, Psammetikhos öylece durur; gözlerini yere diker, kılı kıpırdamaz, ağzından tek bir söz çıkmaz. İdam edilmeye götürülen oğlunu gördüğünde; gene tepkisiz kalır. Ama esirler arasında yaşlı, yoksul düşmüş hizmetkârını görünce, yüzünden derin acı işaretleri görülür, dövünmeye başlar.

Bu hikâye gerçek anlatıcılığın ne olduğu hakkında bir fikir verebilir. Enformasyon yalnızca yeni olduğu an değer taşır, yalnızca o an yaşar. Kendini tümüyle o âna teslim etmeli, zaman kaybetmeden kendini ona açıklamalıdır. Oysa hikâye farklıdır: Kendini tüketmez, gücünü toplar ve korur, yıllarca sonra bile harekete geçirebilir. Örneğin Montaigne, Mısır firavununun neden yalnızca hizmetkârını görünce ağlayıp dövündüğünü sorar kendine. Ve şöyle cevaplar: "O kadar kederliydi ki," der "kederindeki ufacık bir artış, duygularını zaptedememesine yetmişti." Montaigne böyle. Ama şöyle de söylenebilir: "Kendi soyundan olanların yazgısı firavunu etkilemez, çünkü bu onun kendi yazgısıdır." Ya da: "Gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek etkiler bizi. Firavun için hizmetkâr yalnızca bir oyuncudur." Ya da: "Kederin büyüğü tıkar insanı ve ancak bir gevşeme ile birlikte dışavurulabilir. Hizmetkârın görülmesi, bu gevşeme anıdır." Herodotos, hiçbir açıklama yapmaz. Hikâyeyi olabilecek en kuru üslupta aktarır. Eski Mısır'a ait bu hikâyenin binlerce yıl sonra insanları hâlâ şaşırtıp düşündürüyor olmasının nedeni de bu. Tıpkı piramitlerin hava geçirmeyen bölmelerinde binlerce yıl kapalı kalmış tohum tanelerinin, yeşerme güçlerini bugüne kadar koruyabilmiş olmaları gibi..."

Walter Benjamin, "Hikâye Anlatıcısı"
(çeviri: Nurdan Gürbilek, Sabir Yücesoy)

26.3.11

(I. Dünya Savaşı hakkında)
"... Tüm ülkelerde öğretmenler yurtseverlik bilincini besleyen doğruları öğrettiler. Ayrıca erginlik çağına giren gençler ülkelerinin düşmanlarla çevrilmiş olduğunu, bu düşmanların onun mutluluğuna, güvenliğine, hatta varlığına göz dikmiş olduğunu öğrendiler. Böylece tarih öğretimi, basının tutumu, hatta spor gösterileri kısa zamanda ulusçuluğa dönüşecek olan bu yurtseverliği körüklüyordu. ..."
Marc Ferro, XX. Yüzyılın Olaylarını Anlamak

9.1.11

"... Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."

Sait Faik Abasıyanık, Haritada Bir Nokta

16.12.10

" 'Merhaba,' dedi Küçük Prens.
'Merhaba," dedi satıcı. Susuzluk giderici haplardan satıyordu. Bunlardan haftada bir tane yuttun mu, susuzluk falan hissetmiyordun.
'Neden satıyorsunuz bunları?' diye sordu Küçük Prens.
'İnsana müthiş zaman kazandırıyor da ondan,' dedi satıcı. 'Uzmanlar hesaplamışlar: Haftada tam elli üç dakika kazanılıyor.'
'Peki bu elli üç dakikayla ne yapılır?'
'Ne istersen...'
'Dilediğim gibi harcayacak elli üç dakikam olsa,' dedi Küçük Prens, 'Bir çeşmeye doğru keyifli bir yürüyüş tuttururdum.' "

Antoine de Saint-Exupery, Küçük Prens

20.11.10

"... Bize yanlış öğretilir. Teknoloji gelişir oysa sanat gelişmez, ilerlemez. Ancak kendi içinde devinir durur. Günümüzde gelişen teknolojinin imgeye üçüncü boyutu geri vermeye çalışması, yaratıcı gerçekliği ve anlamı filmden uzaklaştırıyor. Ayrıca film dil olmaktan uzaklaştığı gibi bir fikri telkin etmekten de vazgeçiyor.

En iyisi Robert Bresson'a geri dönmektir."

Erden Kıral, Altyazı Özel Sayı 100

19.8.10

"... günümüzün uygarlaşmış dünyasında erkeklerin aşk tutumlarının tümüyle ruhsal empotans damgasını taşıdığı sonucundan kaçamayız. Sevecenlik ve kösnüllük akımlarının uygun biçimde iç içe geçtiği pek az sayıda eğitimli insan bulunur; erkek neredeyse her zaman kendisinin cinsel etkinliği üzerinde bir kısıtlama etkisi yaratan kadına saygı duyar ve yalnızca değersizleştirilmiş bir cinsel nesneyle birlikteyken tam erk geliştirir; bunun nedeni de kısmen, saygı duyduğu kadınla doyurmaya cesaret edemediği sapkın öğelerin cinsel ereklerine girmesidir. Tam cinsel doyumu, ancak kendisini çekincesiz, örneğin karısıyla yapmaya cesaret edemediği, bir biçimde doyum elde etmeye adayabildiğinde güvence altına alabilir. Değersizleştirilmiş bir cinsel nesne, ahlâki olarak alt düzeyde, hiçbir estetik kaygı yüklemesi gerekmeyen, başka toplumsal ilişkilerinde kendisini tanımayan ve onlar için kendisini yargılayamayacak bir kadın gereksiniminin nedeni budur. Tüm sevecenliği daha üstün türden bir kadına ait olduğunda bile cinsel erkini adamayı yeğlediği kişi bu türden bir kadındır. Toplumun en üst sınıflarının erkeklerinde sıklıkla gözlemlenen, sürekli bir metres ve hâtta bir eş olarak daha alt sınıftan bir kadın seçme eğiliminin, sadece ruhbilimsel olarak eksiksiz doyum olasılığının bağlandığı değersizleştirilmiş bir cinsel nesneye olan gereksinimlerinin bir sonucu olması da olasıdır."

Sigmund Freud, Aşkın Ruhbilimine Katkıları II, 1912

24.7.10

Bu bir foto-öykü:

"Legadema, babunlardan çok korkmasına rağmen bir gün yetişkin bir dişi babunu öldürdü. Anne babunun postuna tutunmuş asılı duran yeni doğmuş yavruyu fark edince işler tuhaf bir hâl aldı. Minik babun masumca Legadema'ya doğru uzandı; onu yeni annesi olarak kabul ediyordu. Başta Legadema'nın aklı karışmış görünüyordu ama izleyen dört saat boyunca yavru babunun başında bekledi. Sonra onu temizledi ve ağladığında onu usulca ağacın üst bölümlerindeki daha güvenli dallara taşıdı. Sonunda ikisi birbirlerine sarılıp uykuya daldılar. Legadema annelik içgüdüsünü erken mi hissetmişti? Gece sona ermeden savunmasız yavru soğuğa dayanamayıp öldü; Legadema ise yavruyu bırakıp yeniden yırtıcı rolüne büründü ve anne babunun etiyle beslenmeye başladı."

National Geographic Türkiye, Nisan 2007, Dereck Joubert
"Chin Derebeyi Mu, Po Lo'ya dedi ki: "Yaşın epeyce ilerledi artık. Ailende senin yerine atlara bakabilecek biri var mı?" Po Lo yanıtladı: "İyi bir at şöyle bir bakınca görünüşünden anlaşılır. Ama çok üstün bir at -toz kaldırmayan, iz bırakmayan cinsten- yitiveren, kaçıveren bir şeydir, hava gibidir, ele geçmez. Oğullarımın yetenekleri pek o kadar gelişmiş sayılmaz. İyi bir atı ilk bakışta anlarlar, ama üstün bir at için pek bir şey söyleyemezler. Bir arkadaşım var, adı Chiu-fang Kao, odun ve sebze satar, at konusunda benden hiç de aşağı kalmaz. Onunla bir görüşseniz."

Derebeyi Mu, Kao ile görüştü ve ardından onu bir savaş atı aramaya yolladı. Kao üç ay sonra geri döndü ve bir at bulduğunu bildirdi. "Şu anda Shach'iu'da," dedi. Derebeyi, "Peki nasıl bir at bu?" diye sorunca, "Ha," dedi Kao, "boz bir kısrak." Ama biri atı almaya gidince hayvanın kömür kadar kara bir aygır olduğu anlaşıldı! Duruma çok içerleyen derebeyi, Po Lo'yu çağırttı. "Şu senin arkadaşına," dedi, "bir at arasın diye görev verdik; gördün mü yaptığını? Bir hayvanın rengini, cinsiyetini ayırt edemedikten sonra bu adam attan ne anlar?" Po Lo tatmin olmuş hâlde soluğunu alıp bıraktı. "O mertebeye varmış mı gerçekten? Aah, öyleyse, benim gibi on bin at ustası eder o. Ben onunla kıyaslanamam artık. Kao'nun göz önünde tuttuğu şey ruhsal mekanizmadır. Özü yakalayabilmek için basit ayrıntıları boşverir; iç niteliklerle uğraştığından dıştakileri göremez. Neyi görmek istiyorsa, onu görmeye çalışır; görülmesi gerekmeyenlere bakmaz. Nasıl da at seçermiş bu Kao! Demek ki, atlardan çok daha iyi bir şeyleri değerlendirme gücüne sahip."

At geldiğinde, gerçekten de üstün bir hayvan olduğu anlaşıldı."

Yükseltin Tavan Kirişlerini Ustalar'dan.

23.7.10

"...
Cinsiyet konusu ise, yeni kamusal alanın sinema ile yeniden oluşturulma tarzı açısından önemli. 1900'ler New York'a göçmenlerin büyük dalgalar hâlinde geldiği dönemlerden biridir. Hızlı sanayileşen kentin işçi ve göçmen gettoları için, bu yeni seyirlik alan oldukça dinamik bir ilişki sunmuş. Sessiz oluşuyla, toplu halde seyredilebilmesiyle ilk başlarda adını aldığı bir nikellik olan Nickelodeon, yaşadıkları zor koşullar içinde göçmenler topluluğuna ve işçi kesimine oldukça önemli bir toplumsal pencere açmıştır. Ama 1910'dan sonra sinema, hızla kentin mutena semtlerine doğru yöneliyor ve açılan sinema salonları bütün ihtişamı ile üretim dışı boş vakitlerin değerlendiği alanda, yaşam tarzını etkileyecek şekilde değişiyor. Kapıda karşılayan özel giyimli refakatçiler, halıyla kaplı yoldan seyirciyi deri koltuklarına götürür. Hanımların kürk mantoları, beylerin fötr şapkalarıyla suarelere gelmeye başladığı salonlarda, artık Meliés'in, Porter'in temsilsiz, doğrusal ve anlatımsal olmayan filmleri yerine, Griffith'in sinema dilini geliştirdiği melodramları, ideolojisi hayli belirgin söylemleri izlenir. Bu salonlar, ve bu filmler, sinemayı alt kültürlerin seyrettiği aşağı kültür olarak algılayan burjuvazinin sinemayla arasını düzeltir. On yıl içinde seyir konusundaki sınıfsal fark, salon adabı ve coğrafyada sınırların çizilmesiyle belirginlik kazanırken; toplumsal "uyum" da melodramın önlenemez çağrısıyla sağlanır. Sonuçta, bütün kadınlar Valentino'ya âşık olmuştur. Hanımların mahremlerine yeni kamusal alanla ilişkiye girmeleri için sunulan, sinema dergileri, yıldız dedikoduları, güzellik öğütleridir. Kadınlar da, böylece, kamusal alanla ilişkilerinde bir kez daha seyirci ve alıcı konumundan, ama kendi mahrem alanlarının bütünlüğüne halel gelmeden katılmış olurlar. Melodramın, kentteki kadınların üzerinde sınıf farkı olmaksızın yarattığı güçlü etki, kentin oldukça heterojen kültürel yapısına rağmen bütün bireylerine seslenebilme gücü, gelişen sinema sanayisinin popülerle kurduğu ilişkinin de anahtarıdır. Bu ilişki daha sonra, Almanya'da faşizmin yükselişi sırasında teknikleri daha da geliştirilerek kullanılır."

Z. Tül Akbal Süalp, Zamanmekân - Kuram ve Sinema

1.7.10

"Suçluların aşırı duygusallığı, kendini hayvanlara ve bebeklere karşı duyulan şefkatle gösterir. Suçlu, içgörüyü çirkin davranışlarını aklamakta kullanır. Terapi masumlar için potansiyel taşır; suçlular içinse bir suç pekiştirecidir."

The Sopranos -The Blue Comet; David Chase, Matthew Weiner