19.8.10

"... günümüzün uygarlaşmış dünyasında erkeklerin aşk tutumlarının tümüyle ruhsal empotans damgasını taşıdığı sonucundan kaçamayız. Sevecenlik ve kösnüllük akımlarının uygun biçimde iç içe geçtiği pek az sayıda eğitimli insan bulunur; erkek neredeyse her zaman kendisinin cinsel etkinliği üzerinde bir kısıtlama etkisi yaratan kadına saygı duyar ve yalnızca değersizleştirilmiş bir cinsel nesneyle birlikteyken tam erk geliştirir; bunun nedeni de kısmen, saygı duyduğu kadınla doyurmaya cesaret edemediği sapkın öğelerin cinsel ereklerine girmesidir. Tam cinsel doyumu, ancak kendisini çekincesiz, örneğin karısıyla yapmaya cesaret edemediği, bir biçimde doyum elde etmeye adayabildiğinde güvence altına alabilir. Değersizleştirilmiş bir cinsel nesne, ahlâki olarak alt düzeyde, hiçbir estetik kaygı yüklemesi gerekmeyen, başka toplumsal ilişkilerinde kendisini tanımayan ve onlar için kendisini yargılayamayacak bir kadın gereksiniminin nedeni budur. Tüm sevecenliği daha üstün türden bir kadına ait olduğunda bile cinsel erkini adamayı yeğlediği kişi bu türden bir kadındır. Toplumun en üst sınıflarının erkeklerinde sıklıkla gözlemlenen, sürekli bir metres ve hâtta bir eş olarak daha alt sınıftan bir kadın seçme eğiliminin, sadece ruhbilimsel olarak eksiksiz doyum olasılığının bağlandığı değersizleştirilmiş bir cinsel nesneye olan gereksinimlerinin bir sonucu olması da olasıdır."

Sigmund Freud, Aşkın Ruhbilimine Katkıları II, 1912

24.7.10

Bu bir foto-öykü:

"Legadema, babunlardan çok korkmasına rağmen bir gün yetişkin bir dişi babunu öldürdü. Anne babunun postuna tutunmuş asılı duran yeni doğmuş yavruyu fark edince işler tuhaf bir hâl aldı. Minik babun masumca Legadema'ya doğru uzandı; onu yeni annesi olarak kabul ediyordu. Başta Legadema'nın aklı karışmış görünüyordu ama izleyen dört saat boyunca yavru babunun başında bekledi. Sonra onu temizledi ve ağladığında onu usulca ağacın üst bölümlerindeki daha güvenli dallara taşıdı. Sonunda ikisi birbirlerine sarılıp uykuya daldılar. Legadema annelik içgüdüsünü erken mi hissetmişti? Gece sona ermeden savunmasız yavru soğuğa dayanamayıp öldü; Legadema ise yavruyu bırakıp yeniden yırtıcı rolüne büründü ve anne babunun etiyle beslenmeye başladı."

National Geographic Türkiye, Nisan 2007, Dereck Joubert
"Chin Derebeyi Mu, Po Lo'ya dedi ki: "Yaşın epeyce ilerledi artık. Ailende senin yerine atlara bakabilecek biri var mı?" Po Lo yanıtladı: "İyi bir at şöyle bir bakınca görünüşünden anlaşılır. Ama çok üstün bir at -toz kaldırmayan, iz bırakmayan cinsten- yitiveren, kaçıveren bir şeydir, hava gibidir, ele geçmez. Oğullarımın yetenekleri pek o kadar gelişmiş sayılmaz. İyi bir atı ilk bakışta anlarlar, ama üstün bir at için pek bir şey söyleyemezler. Bir arkadaşım var, adı Chiu-fang Kao, odun ve sebze satar, at konusunda benden hiç de aşağı kalmaz. Onunla bir görüşseniz."

Derebeyi Mu, Kao ile görüştü ve ardından onu bir savaş atı aramaya yolladı. Kao üç ay sonra geri döndü ve bir at bulduğunu bildirdi. "Şu anda Shach'iu'da," dedi. Derebeyi, "Peki nasıl bir at bu?" diye sorunca, "Ha," dedi Kao, "boz bir kısrak." Ama biri atı almaya gidince hayvanın kömür kadar kara bir aygır olduğu anlaşıldı! Duruma çok içerleyen derebeyi, Po Lo'yu çağırttı. "Şu senin arkadaşına," dedi, "bir at arasın diye görev verdik; gördün mü yaptığını? Bir hayvanın rengini, cinsiyetini ayırt edemedikten sonra bu adam attan ne anlar?" Po Lo tatmin olmuş hâlde soluğunu alıp bıraktı. "O mertebeye varmış mı gerçekten? Aah, öyleyse, benim gibi on bin at ustası eder o. Ben onunla kıyaslanamam artık. Kao'nun göz önünde tuttuğu şey ruhsal mekanizmadır. Özü yakalayabilmek için basit ayrıntıları boşverir; iç niteliklerle uğraştığından dıştakileri göremez. Neyi görmek istiyorsa, onu görmeye çalışır; görülmesi gerekmeyenlere bakmaz. Nasıl da at seçermiş bu Kao! Demek ki, atlardan çok daha iyi bir şeyleri değerlendirme gücüne sahip."

At geldiğinde, gerçekten de üstün bir hayvan olduğu anlaşıldı."

Yükseltin Tavan Kirişlerini Ustalar'dan.

23.7.10

"...
Cinsiyet konusu ise, yeni kamusal alanın sinema ile yeniden oluşturulma tarzı açısından önemli. 1900'ler New York'a göçmenlerin büyük dalgalar hâlinde geldiği dönemlerden biridir. Hızlı sanayileşen kentin işçi ve göçmen gettoları için, bu yeni seyirlik alan oldukça dinamik bir ilişki sunmuş. Sessiz oluşuyla, toplu halde seyredilebilmesiyle ilk başlarda adını aldığı bir nikellik olan Nickelodeon, yaşadıkları zor koşullar içinde göçmenler topluluğuna ve işçi kesimine oldukça önemli bir toplumsal pencere açmıştır. Ama 1910'dan sonra sinema, hızla kentin mutena semtlerine doğru yöneliyor ve açılan sinema salonları bütün ihtişamı ile üretim dışı boş vakitlerin değerlendiği alanda, yaşam tarzını etkileyecek şekilde değişiyor. Kapıda karşılayan özel giyimli refakatçiler, halıyla kaplı yoldan seyirciyi deri koltuklarına götürür. Hanımların kürk mantoları, beylerin fötr şapkalarıyla suarelere gelmeye başladığı salonlarda, artık Meliés'in, Porter'in temsilsiz, doğrusal ve anlatımsal olmayan filmleri yerine, Griffith'in sinema dilini geliştirdiği melodramları, ideolojisi hayli belirgin söylemleri izlenir. Bu salonlar, ve bu filmler, sinemayı alt kültürlerin seyrettiği aşağı kültür olarak algılayan burjuvazinin sinemayla arasını düzeltir. On yıl içinde seyir konusundaki sınıfsal fark, salon adabı ve coğrafyada sınırların çizilmesiyle belirginlik kazanırken; toplumsal "uyum" da melodramın önlenemez çağrısıyla sağlanır. Sonuçta, bütün kadınlar Valentino'ya âşık olmuştur. Hanımların mahremlerine yeni kamusal alanla ilişkiye girmeleri için sunulan, sinema dergileri, yıldız dedikoduları, güzellik öğütleridir. Kadınlar da, böylece, kamusal alanla ilişkilerinde bir kez daha seyirci ve alıcı konumundan, ama kendi mahrem alanlarının bütünlüğüne halel gelmeden katılmış olurlar. Melodramın, kentteki kadınların üzerinde sınıf farkı olmaksızın yarattığı güçlü etki, kentin oldukça heterojen kültürel yapısına rağmen bütün bireylerine seslenebilme gücü, gelişen sinema sanayisinin popülerle kurduğu ilişkinin de anahtarıdır. Bu ilişki daha sonra, Almanya'da faşizmin yükselişi sırasında teknikleri daha da geliştirilerek kullanılır."

Z. Tül Akbal Süalp, Zamanmekân - Kuram ve Sinema

1.7.10

"Suçluların aşırı duygusallığı, kendini hayvanlara ve bebeklere karşı duyulan şefkatle gösterir. Suçlu, içgörüyü çirkin davranışlarını aklamakta kullanır. Terapi masumlar için potansiyel taşır; suçlular içinse bir suç pekiştirecidir."

The Sopranos -The Blue Comet; David Chase, Matthew Weiner
"Anladığımı düşünmüyor musun? Var olmayı boş yere hayal etmek. Öyleymiş gibi görünmemek, gerçekten olmak. Uyanık olduğun her an. Tetikte. Başkalarına karşı sen ile yalnızkenki sen arasındaki uçurum. Baş dönmesi ve sürekli açlık, açığa vurulmak için. İçinin görülmesi için... Hâtta parçalara ayrılmak, ve belki de tümüyle yok edilmek için. Sesin her tonu bir yalan, her davranış bir aldatmaca, her gülümseme aslında yüz ekşitme. İntihar etmek mi? Oh, hayır! Bu çok çirkin. Sen yapmazsın. Ama hareket etmeyi reddedebilirsin. Konuşmayı reddedebilirsin. O zaman en azından yalan söylemezsin. Böylece düşünceye dalıp, kendi içine kapanabilirsin. Artık rol yapmaz, herhangi bir maske takmaz ve yalancı davranışlarda bulunmamış olursun.

Sen öyle sanırsın. Ama gerçek inatçıdır. Saklandığın yer su geçirmez değildir. Yaşam dışardan sızar içeri. Ve tepki vermek zorunda kalırsın. Hiç kimse de bunun gerçek olup olmadığını, sen içten misin yoksa yapmacık mısın diye sormaz. Bu soruların önemsendiği tek yer tiyatrodur. Hâtta orada bile fark etmez.

Seni anlıyorum, Elisabet. Kendini bırakmanı, hareketsiz kalmanı... Hayali bir sistem içinde apatiye girmeni anlıyorum. Seni anlıyorum ve seni takdir ediyorum. Hevesin geçene, tüm ilgin bitinceye kadar bu rolü oynaman gerektiğini düşünüyorum. O an geldiğinde, diğer rollerini bıraktığın gibi, bunu da bırakırsın."

Persona, Ingmar Bergman

3.6.10

"... Holden'ın, Franny'nin, Buddy'nin ya da Seymour'un çevreyle uyumsuzluğu gerçekte ruhsal açıdan sağlıklı olmanın bir göstergesidir. Toplumsal başarıya ilişkin bir ısrar ve dolayısıyla vahşi toplumsal orman içinde rekabete ilişkin bir ısrar, modern insan üstünde köklü bir karmaşaya neden olur. Bu karmaşa ise gerçek kimliklerimizi ve sahiciliğimizi aramaya zorunlu kılar bizi. Ancak kimliklerimizin imgelemi büyük ölçüde toplumsal olarak inşa edildiğinden, açgözlülük ve hırs tarafından güdülen toplumsal faaliyet aracılığıyla kimliklerimize dönme arayışı içindeyizdir. Bu süreç, bireyi yalnızca toplumdan koparmakla kalmaz, kendisinden de koparır. Salinger'ın karakterleri böylesi bir etkinlik içinde yer almayı reddederler. 'Egodan, egodan bıktım usandım,' der Franny, Lane Coutell'e. En makul çıkış yolu, egonun yönlendirdiği ve gururu kışkırtan bir başarı kavramıyla sonuçlanan böylesi bir oyundan geri çekilmektir."

Dipti R. Pattanaik, Notos Haziran-Temmuz 2010

2.6.10

"... hakiki bilginin geldiği yer zihnin içsel sessizliğindedir; zira zihnin olağan etkinliği, gerçeklerden uzak yalnızca yüzeysel idealler ve temsiller yaratır. Söylem çoğunlukla sığ doğanın ifadesidir, bu nedenle insanın kendisini haddinden fazla söylem içine atması, enerjiyi boşa harcayarak gerçek bilginin sözcüğünü ortaya çıkaran manevi dinlemeye engel oluşturur."

Sri Aurobindo

2.5.10

"Sonuçları var oluşumuzun esaslarına dek izlenebilen uygarlıkla cinselliğin özgür gelişimi arasındaki ters orantı sonucunda bir çocuğun cinsel yaşamının akışı kültürel ve toplumsal düzey düşük olduğunda gelecek yaşamı için önemsiz, oysa bu düzeyi oldukça yüksek olanlarda önemli olacaktır."

Sigmund Freud

29.4.10

"Hayvan hakları, insan türü kimliğine karşı yapılan bir saldırıdır. Türcülük kumpasını yerle bir eder ve insanların dünya üzerindeki konumlarını tanımladıkları kozmolojik planların doğruluğunu sorgular. Hayvan hakları, insanların, öbür hayvanlardan üstün oldukları algısını terk etmesini talep eder. Gücün sorumluluk gerektirdiğini, kudretin doğru bir şey olmadığını ve neokorteksin gelişmiş olmasının, doğanın tecavüzünü ve talanını meşrulaştırmadığını fark ettirmek için insanlara meydan okur."

Steven Best