"... 'Niçin her şey böyle berbat oldu? Sana kim beddua etti İlya? Ne günah işledin? İyi yüreklisin, zekisin, duygulusun, soylusun. Ama gene de eriyip gidiyorsun. Seni için için yiyen nedir? Bu hastalığın bir adı yok mu?'
Oblomov zor işitilir bir sesle:
'Var,' dedi.
Olga yaş dolu gözleriyle sorar gibi baktı. Oblomov:
'Oblomovluk,' diye mırıldandı. Sonra Olga'nın elini tuttu. Öpmek istedi, öpemedi. Yalnız dudaklarının üzerine kuvvetle bastı ve sıcak gözyaşları Olga'nın parmaklarına döküldü. Başını kaldırmadan, yüzünü göstermeden arkasını döndü ve odadan çıktı."
7.11.14
15.4.14
" 'Hayvanlar ve insanlar benzer şekilde acı çeker ve ölür. Eğer domuzunuzu yemeden önce kendiniz öldürmek zorunda olsaydınız büyük ihtimalle bunu yapamayacaktınız. Domuzun çığlık attığını duymak, kanın sıçradığını, bebeğin annesinden koparıldığını ve hayvanın gözünde ölümü görmek midenizi bulandıracaktı. Dolayısıyla sizin yerinize öldürmesi için fabrikadaki adamı tutuyorsunuz. Benzer bir biçimde, eğer gettodaki koşulları kötüleştiren varlıklı aristokratlar gerçekten orada acı çekenlerin çığlıklarını duysa, küçük çocukların açlıktan yavaş yavaş ölümünü görse ya da insanlığın ve haysiyetin boğazlanmasına şahit olsaydı, öldürmeye devam edemezdi. Ama zenginler böyle dehşetlerden muaftır. ... Eğer et yemek için öldürmeyi haklı çıkarabiliyorsanız, gettodaki koşulları da haklı çıkarabilirsiniz.' (Dick Gregory, The Shadow That Scares Me)
Kesme kurumu insanlara özgüdür. Bütün etçil hayvanlar avlarını kendileri öldürür ve tüketir. Kurbanlarını yemeden önce onları görür ve seslerini duyarlar. Kayıp gönderge yoktur, yalnızca ölü bir gönderge vardır. Plutarch "Et Yeme Üzerine Makale" adlı yazısında okurlarına şu gerçekle sataşır: Eğer etçil olduğunuza inanıyorsanız 'o zaman yemek istediğiniz hayvanı kendiniz öldürmekle işe başlayabilirsiniz ama bunu kendi doğal silahlarınızla yapın; kasap bıçağı, balta ya da sopa kullanmadan.' Plutarch insanların bir iskeletten et yiyebilmelerine müsait bir bedenleri olmadığına işaret eder. İnsanların kıvrık bir gagaları, keskin pençeleri, sivri dişleri yoktur."
Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası
çev: G. Tezcan & M. E. Boyacıoğlu
Kesme kurumu insanlara özgüdür. Bütün etçil hayvanlar avlarını kendileri öldürür ve tüketir. Kurbanlarını yemeden önce onları görür ve seslerini duyarlar. Kayıp gönderge yoktur, yalnızca ölü bir gönderge vardır. Plutarch "Et Yeme Üzerine Makale" adlı yazısında okurlarına şu gerçekle sataşır: Eğer etçil olduğunuza inanıyorsanız 'o zaman yemek istediğiniz hayvanı kendiniz öldürmekle işe başlayabilirsiniz ama bunu kendi doğal silahlarınızla yapın; kasap bıçağı, balta ya da sopa kullanmadan.' Plutarch insanların bir iskeletten et yiyebilmelerine müsait bir bedenleri olmadığına işaret eder. İnsanların kıvrık bir gagaları, keskin pençeleri, sivri dişleri yoktur."
Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası
çev: G. Tezcan & M. E. Boyacıoğlu
27.9.13
"... bir 'bırakınız yapsınlar' ve hoşgörü ahlakının başkasının özgürlüğüne daha fazla saygı göstereceğini sanmamak gerekir: varolduğum andan itibaren başkasının özgürlüğüne olgusal bir sınır getiririm, bu sınır benim ve projelerimden her biri bu sınırı başkasının çevresinde çizer: acıma, bırakınız-yapsınlar anlayışı, hoşgörü -ya da her türlü çekimser tavır- beni angaje eden ve başkasını da kendi rızası içinde angaje eden bana ait bir projedir. Başkasının çevresinde hoşgörüyü gerçekleştirmek, hoşgören bir dünyaya başkasının zorla atılmasını sağlamaktır. Başkasını, hoşgörüsüz bir dünyada geliştirmek imkânını bulacağı cesurca direnme, kararlılık, kendini olumlama türü özgür imkânlarından ilke olarak mahrum etmektir. Bu, eğitim sorunu düşünüldüğünde daha da açıkça ortaya çıkan bir şeydir: katı bir eğitim çocuğa araç muamelesi yapar, çünkü onu kabul etmediği değerlere boyun eğmeye zorlar; ama daha farklı yöntemler kullansa bile, liberal bir eğitim de çocuğun hangi ilke ve değerlere göre muamele göreceğinin a priori seçimini yapmaktadır. Çocuğu ikna yöntemiyle ve yumuşaklıkla eğitmek, yine de onu zorlamak demektir. Böylece başkasının özgürlüğüne saygı, boş bir laftır: bu özgürlüğe saygı göstermeye doğru atılımda bulunabilseydik bile, başkası karşısında alacağımız her tavır saygı gösterdiğimizi iddia ettiğimiz bu özgürlüğün ihlali olacaktı. Kendini başkası karşısında tastamam ilgisizlik olarak verecek en aşırı tavır da yine bir çözüm değildir: biz esasen başkasının karşısında olarak dünyaya fırlatılmış durumdayız, belirişimiz başkasının özgürlüğünün özgür sınırlandırılmasıdır ve hiçbir şey, intihar bile bu kökensel durumu değiştiremez; gerçekten de, edimlerimiz ne olursa olsun, biz bu edimleri başkasının esasen varolduğu ve benim onun karşısında fazladan olduğum bir dünyanın içinde yerine getiririz. ..."
J.P. Sartre, Varlık ve Hiçlik
çev: Turhan Ilgaz - Gaye Çankaya Eksen
7.8.12
"... Olmuştu işte sonunda. Boğa iyice çıkmaza girmişti. Her biri giderek artan bir düşmanlıkla fırlatılan bir, iki, üç, dört kemende daha yakalanmıştı. Seyirciler hevessiz bir biçimde ayaklarını tahta tribünlere vurup tempoyla el çırpıyorlardı. - Evet, tüm bu boğa olayının yaşamı andırdığı geldi birden aklına: göz alıcı doğuş, eşit koşullar, önce kararsız, sonra güvenli, sonra yarı umutsuzca atılan turlar arenanın çevresinde, aşılan (ama aşılması gereken takdiri görmeyen) bir engel, sıkıntı, boyun eğme, çöküş; sonra yeni, daha sıkıntılı bir başlangıç; şimdi açıktan açığa düşmanca davranan bir dünyada, kendini bulmayı amaçlayan içedönük çabalar, yarısı uyuklamakta olan yargıçların apaçık ama yanıltıcı teşvikleri, önceden güvenle aşılmış önemsiz engelin yüzünden felaketin başlangıcına yönelen kararsızlıklar, kötü niyetliden çok sakar olduklarından kuşkulanılan dostların, belirsiz düşmanların tuzaklarına son dolanış, ardından da felaket, teslim, dağılış..."
Malcolm Lowry, Yanardağın Altında
çev: Sinan Fişek
Malcolm Lowry, Yanardağın Altında
çev: Sinan Fişek
31.5.12
"İçimdeki sanatsal yaratıcılık her zaman kendini açlık gibi duyurmuştur. Ben de hoş bir doyumla bu gereksinimi karşılamışımdır. Ne var ki tüm bilinçli yaşamım süresince bu açlığın nereden geldiğini ve neden hep doyurulmak istediğini hiçbir zaman kendime sormamıştım. Son birkaç yıldır bu açlık yatışmaya başlıyor, bu yüzden yaratıcı etkinliğimin asıl nedenini bulmak için belirli bir dürtü duyuyorum.
İlk çocukluk anım, başardığım her şeyin (ne olursa olsun) gösterisini yapmak için duyduğum güçlü gereksinimdir: Resim yapma becerisi, topu duvara vurmadaki ustalık, yüzme öğrendiğimde attığım ilk kulaçlar.
Bu gösterilerle dünyadaki varlığıma yetişkinlerin ilgisini çekmek için güçlü bir duygu içinde olduğumu anımsıyorum. Çevremdekilerin bana hiçbir zaman yeterince ilgi göstermediklerini duyumsuyordum. Ne zaman gerçekliği yetersiz bulsam fanteziler üretmeye, yaşıtlarıma kendi gizli serüvenlerime ilişkin yabanıl öyküler anlatmaya başlıyordum. Bunlar beni çevreleyen dünyanın kuşku duvarlarına çarpıp parçalanan utanç verici yalanlardı elbette. Giderek gerçek dünyadan çekildim ve düş dünyamı kendime sakladım. Sonuçta bağ kurmayı arayan düşlem saplantılı bir çocuk, kısa sürede yaralı ve usta bir gündüz düşçüsüne dönüştü. Ne var ki bir gündüz düşçüsü hiçbir zaman sanatçı değildir -düşlerinin dışında.
Film çekme sanatının benim kaçınılmaz bir anlatım aracım olacağı belliydi. Yetersiz kaldığım sözcüklerden, yeteneksiz olduğum müzikten ve pek ilgi duymadığım resimden farklı bir dil aracılığıyla kendimi açıkladım. Ansızın çevremdeki dünyayla, aklın kısıtlayıcı denetiminden neredeyse tensel bir biçimde kurtulmuş, ruhtan ruha bağ kurmaya izin veren bir dille iletişim kurma olanağı bulmuştum.
Çocukluğumun bastırılmış tüm açlığıyla kendimi, seçtiğim anlatım aracına adadım. Yirmi yıl boyunca hiç bıkıp usanmadan bir tür çılgınlık içinde düşler, duyu yaşantıları, düşlemler, delice patlamalar, nevrozlar, sancılı inançlar, arı yalanlar ürettim. Açlığım durmadan kendini yineledi. Para, ün, başarı, şaşırtıcı, ama temelde önemsiz oldu; öfkemin neticeleriydi. Bunları söylüyor olmam, hiçbir zaman gerçekleştirdiklerimi küçümsüyor ya da yadsıyorum anlamına gelmez. Özdoyum olarak sanatın değeri olduğu apaçıktır. Özellikle sanatın kendisi için.
Tümüyle açıkyürekli olmak gerekirse sanat (yalnızca sinema sanatı değil) benim için önemsizdir.
Edebiyat, müzik, film ve tiyatro doğururlar ve kendileriyle beslenirler. Yeni dönüşümler, yeni bileşimler ortaya çıkar ve yok edilir. Dışarıdan bakıldığında coşkulu bir canlılık içinde görünen bu devinim, sanatçıların kendilerine, gittikçe dalgınlaşan izleyiciye, onların ne düşündüklerini artık sormaz olmuş bir dünya yaratmak için duydukları gem vurulmaz istekle beslenir. Dünyanın kimi yerlerinde sanatçılar cezalandırılır ve sanat, savaşılması ya da denetim altında tutulması gereken bir tehdit olarak görülür. Ancak genel olarak sanat özgürdür, utançsızdır ve sorumsuzdur. Sözünü ettiğim gibi sürekli yoğun bir devinim içindedir ve coşkuludur. Bence sanat, üzeri karıncalarla dolu bir yılanın derisine benzer. Yılan çoktan ölmüş, içi boşalmış, zehri tükenmiştir, ama derisi yaşamın koşuşturmasıyla kıpır kıpırdır. ..."
Ingmar Bergman, İmgeler
çev: Gökçin Taşkın
İlk çocukluk anım, başardığım her şeyin (ne olursa olsun) gösterisini yapmak için duyduğum güçlü gereksinimdir: Resim yapma becerisi, topu duvara vurmadaki ustalık, yüzme öğrendiğimde attığım ilk kulaçlar.
Bu gösterilerle dünyadaki varlığıma yetişkinlerin ilgisini çekmek için güçlü bir duygu içinde olduğumu anımsıyorum. Çevremdekilerin bana hiçbir zaman yeterince ilgi göstermediklerini duyumsuyordum. Ne zaman gerçekliği yetersiz bulsam fanteziler üretmeye, yaşıtlarıma kendi gizli serüvenlerime ilişkin yabanıl öyküler anlatmaya başlıyordum. Bunlar beni çevreleyen dünyanın kuşku duvarlarına çarpıp parçalanan utanç verici yalanlardı elbette. Giderek gerçek dünyadan çekildim ve düş dünyamı kendime sakladım. Sonuçta bağ kurmayı arayan düşlem saplantılı bir çocuk, kısa sürede yaralı ve usta bir gündüz düşçüsüne dönüştü. Ne var ki bir gündüz düşçüsü hiçbir zaman sanatçı değildir -düşlerinin dışında.
Film çekme sanatının benim kaçınılmaz bir anlatım aracım olacağı belliydi. Yetersiz kaldığım sözcüklerden, yeteneksiz olduğum müzikten ve pek ilgi duymadığım resimden farklı bir dil aracılığıyla kendimi açıkladım. Ansızın çevremdeki dünyayla, aklın kısıtlayıcı denetiminden neredeyse tensel bir biçimde kurtulmuş, ruhtan ruha bağ kurmaya izin veren bir dille iletişim kurma olanağı bulmuştum.
Çocukluğumun bastırılmış tüm açlığıyla kendimi, seçtiğim anlatım aracına adadım. Yirmi yıl boyunca hiç bıkıp usanmadan bir tür çılgınlık içinde düşler, duyu yaşantıları, düşlemler, delice patlamalar, nevrozlar, sancılı inançlar, arı yalanlar ürettim. Açlığım durmadan kendini yineledi. Para, ün, başarı, şaşırtıcı, ama temelde önemsiz oldu; öfkemin neticeleriydi. Bunları söylüyor olmam, hiçbir zaman gerçekleştirdiklerimi küçümsüyor ya da yadsıyorum anlamına gelmez. Özdoyum olarak sanatın değeri olduğu apaçıktır. Özellikle sanatın kendisi için.
Tümüyle açıkyürekli olmak gerekirse sanat (yalnızca sinema sanatı değil) benim için önemsizdir.
Edebiyat, müzik, film ve tiyatro doğururlar ve kendileriyle beslenirler. Yeni dönüşümler, yeni bileşimler ortaya çıkar ve yok edilir. Dışarıdan bakıldığında coşkulu bir canlılık içinde görünen bu devinim, sanatçıların kendilerine, gittikçe dalgınlaşan izleyiciye, onların ne düşündüklerini artık sormaz olmuş bir dünya yaratmak için duydukları gem vurulmaz istekle beslenir. Dünyanın kimi yerlerinde sanatçılar cezalandırılır ve sanat, savaşılması ya da denetim altında tutulması gereken bir tehdit olarak görülür. Ancak genel olarak sanat özgürdür, utançsızdır ve sorumsuzdur. Sözünü ettiğim gibi sürekli yoğun bir devinim içindedir ve coşkuludur. Bence sanat, üzeri karıncalarla dolu bir yılanın derisine benzer. Yılan çoktan ölmüş, içi boşalmış, zehri tükenmiştir, ama derisi yaşamın koşuşturmasıyla kıpır kıpırdır. ..."
Ingmar Bergman, İmgeler
çev: Gökçin Taşkın
23.5.12
"Gençliğimizin başlarında hayatımızın geleceğini düşünürken perde açılmazdan evvel bir tiyatronun önünde oturan ve büyük bir mutluluk, heyecan ve istekle başlayacak oyunu bekleyen çocuklara benzeriz. Perde açıldığında olacakları bilmemek bir bahtiyarlıktır. Eğer olacak olanları önceden görebilseydik, o çocuklar bize zaman zaman masum mahpuslar gibi görünebilirdi -doğru, ölüme değil, ama hayata mahkum edilmiş ve hâlâ bu mahkumiyetlerinin ne anlama geldiğinin farkında olmayan mahkumlar. Böyleyken yine de her insan ihtiyarlık yaşlarına ulaşmayı ister, yani bir hayat durumuna ki, 'Bugün kötü, yarın daha da kötü olacak ve hepsinin en kötüsü gelip çatıncaya kadar böyle devam edecek'ten başka söylenecek söz yoktur hakkında."
Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı
Çev: Ahmet Aydoğan
Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlamı
Çev: Ahmet Aydoğan
18.2.12
TÜMCELER
Bu dünya, şaşkın iki çift gözümüz için kara, tek bir ormana, birbirini seven iki çocuk, bir sahile, -duru sevgimiz için bir çalgılar evine dönüştüğünde,- sizi o zaman bulacağım.
Yeryüzünde, sakin, güzel ve "görülmemiş bir lüks içinde" bir tek ihtiyar kaldığı vakit, -dizlerinizin dibinde olacağım.
Bırakın bütün anılarınızı gerçekleştireyim, -sımsık bağlayan biri olabileyim sizi, -boğacağım sizi.
Arthur Rimbaud
(çev: İlhan Berk)
Bu dünya, şaşkın iki çift gözümüz için kara, tek bir ormana, birbirini seven iki çocuk, bir sahile, -duru sevgimiz için bir çalgılar evine dönüştüğünde,- sizi o zaman bulacağım.
Yeryüzünde, sakin, güzel ve "görülmemiş bir lüks içinde" bir tek ihtiyar kaldığı vakit, -dizlerinizin dibinde olacağım.
Bırakın bütün anılarınızı gerçekleştireyim, -sımsık bağlayan biri olabileyim sizi, -boğacağım sizi.
Arthur Rimbaud
(çev: İlhan Berk)
4.10.11
"... Mutluluktan uçma, kendinden geçme ya da orgazm olarak farklı biçimlerde çevrilen jouissance, kültürün doğaya teslim olduğu anda ortaya çıkan bedensel hazdır. Jouissance benliğin ve benliği denetleyip yöneten öznelliğin kaybolmasıdır -benlik toplumsal olarak inşa edildiği için denetlenebilmekte, öznelliğin alanı olmasından dolayı da ideolojik üretimin ve yeniden üretimin alanıdır.
Bedenin doğal bir özü vardır: Bedenin anlamlarını denetleme mücadelesinin bedelleri yüksektir, çünkü ödül kültürün sunduğu anlamları ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi denetim altına alma hakkıdır. Denetim dışı bedenin orgazm hazzı -benliğin yitimi- Foucault'nun 'insanlar kendilerini ve ötekileri yönetirler' şeklindeki etkili deyişiyle parmak basılan öz-denetiminden / toplumsal denetimden sıyrılma, kurtulma hazzıdır. Bu haz, anlamdan kaçma hazzıdır, çünkü anlam daima toplumsal olarak üretilmekte dahası öznede bulunan toplumsal güçleri yeniden üretmektedir. ..."
R. Barthes, The Pleasure of Text; Burak Bakır, Sinema ve Psikanaliz
Bedenin doğal bir özü vardır: Bedenin anlamlarını denetleme mücadelesinin bedelleri yüksektir, çünkü ödül kültürün sunduğu anlamları ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi denetim altına alma hakkıdır. Denetim dışı bedenin orgazm hazzı -benliğin yitimi- Foucault'nun 'insanlar kendilerini ve ötekileri yönetirler' şeklindeki etkili deyişiyle parmak basılan öz-denetiminden / toplumsal denetimden sıyrılma, kurtulma hazzıdır. Bu haz, anlamdan kaçma hazzıdır, çünkü anlam daima toplumsal olarak üretilmekte dahası öznede bulunan toplumsal güçleri yeniden üretmektedir. ..."
R. Barthes, The Pleasure of Text; Burak Bakır, Sinema ve Psikanaliz
7.9.11
"... Eğer kişi olgunluğa, doğallığa ve benliğiyle ilgili gerçek deneyime ulaşmakta başarısız olursa, onun ciddi bir bozukluğu olduğuna kanaat getirebiliriz. Bu da özgürlüğün ve doğallığın, her insan varlığının ulaşması gereken nesnel amaçlar olmasından kaynaklanır. Böyle bir amaç herhangi bir toplumun üyelerinin çoğunluğu tarafından gerçekleştirilmemişse, bizler toplumsal kalıpların bozukluğu olgusundan söz edebiliriz. Birey, bunu diğer insanlarla paylaşır; yani bunun bir bozukluk olduğunun farkında değildir. Güvenliği de diğerlerinden farklı olma deneyimiyle tehdit edilmemektedir, yani dışlanmaz. Ruhsal zenginliğinden ve gerçek mutluluk duygusundan uzaklaşmış olabileceği gerçeği, insanlığın geri kalan bölümüyle uyum içerisinde olduğunu bilmenin verdiği güven duygusuyla dengelenir. Aslında onun bu bozukluğu kültürü tarafından erden seviyesine yükseltilir ve bu ona bir başarı duygusu dahi verebilir. ..."
Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan
Çev: Devrim Doğan Yüzer
Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan
Çev: Devrim Doğan Yüzer
27.6.11
" '... Yazar olarak doğan adama acıyorum. Onun için takılıyorum bu herife o kadar, vazgeçirmeye uğraşıyorum, biliyorum çünkü başına gelecekleri. Gerçekten iyiyse biraz, ayvayı yedi. Bir ressam yılda yarım düzine resim çıkarabilir, öyle diyorlar. Ama bir yazarın bazen on yıl alıyor bir kitabı yazması, bir de iyiyse dediğin gibi, on yılı da yayınlayacak birini aramakla geçiyor, ondan sonra da kitabın tanınması için en az on beş yirmi yıl ister. Bütün bir yaşam neredeyse -tek kitap, dikkatinizi çekerim. Nasıl yaşayacak bu arada? Eh, çoğu zaman köpek gibi sürünüyor işte. Bir dilenci, kral gibi yaşıyor onun yanında. Kimse seçmezdi böyle bir mesleği, başına gelecekleri bilse. Bütünüyle sapıklık gibi geliyor bana bu iş. Apaçık söylüyorum, değmez. Hiçbir zaman böyle üretilsin diye doğmadı sanat. Bir lüks oldu artık sanat bugünlerde, önemli olan bu. Bir tek kitap okumadan ya da tek resme bakmadan da yaşayabilirim. Başka bir yığın işimiz var -resimlerle kitapları gereksinmiyoruz. Müziğe evet -her zaman isteyeceğiz müziği. İyi müzik değilmiş, önemi yok -müzik olsun yeter. Artık kimse iyi müzik yazmıyor ne de olsa... Bana kalırsa hızla batıyor dünya. Bu gidişe bakılırsa akıllı olması gerekmiyor insanın. Aslında, ne kadar az aklın varsa o kadar iyisin demektir. Şimdi artık öyle bir kurduk ki düzeni, adamın ayağına geliyor her şey tepsi içinde. Küçücük bir şeyi geçerli olabilecek kadar iyi yap yeter; bir sendikaya girersin, mümkün olduğunca az çalışırsın, yaşın gelince de emekliye ayırırlar maaşını bağlayıp. Estetik eğilimlerin varsa dayanamazsın bu budalaca düzeni yıllar boyu sürdürmeye, sanat huzursuz eder insanı, doyumsuzlaştırır. Böyle bir şeyin olmasına izin veremez sanayi düzenimiz -onun için, sanat yerine, yatıştırıcı, küçük şeyler sunarlar sana, insan olduğunu unutasın diye. Yakında hiç sanat diye bir şey kalmayacak bakın görürsünüz. Para yedirmeniz gerekecek bir müzeye ya da konsere gidebilmek için. Sonsuza kadar böyle gidecek demiyorum. Hayır, bir kalıbına uydursunlar hele her şeyi, her şey tıkır tıkır işlesin, kimse yakınıp bağırmasın, kimse huzursuz ya da doyumsuz olmasın, çökecek zaten o zaman her şey. Makina olmak için yaratılmadı insanlar. İşin tuhafı da, bütün bu ütopik hükümet sistemlerinin hepsi de insanı özgürleştirmekten söz eder -ama önce, sekiz gün kurulmadan işleyen saatler gibi çalıştırmaya uğraşırlar adamı. Köle olmasını isterler bireyden, insanlığın özgürlüğünü kurabilmek için. Saçmasapan şeyler bunlar. Şimdiki düzenin daha iyi olduğunu söylemiyorum. Aslında bundan daha kötüsünü düşünebilmek güç. Ama biliyorum, şimdi elimizde bulunan ufak tefek haklardan vazgeçerek düzeltilemez. Daha çok hak istediğimizi sanıyorum. Hey Tanrım, avukatlarla yargıçların neleri korumaya uğraştıklarını gördükçe kusmak geliyor içimden. İnsan ihtiyaçlarıyla hiçbir ilgisi yok yasanın: bir sürü parazitin döndürdüğü bir dolap. Eline bir yasa kitabı al da bak, bir bölüm oku yüksek sesle, neresi olursa. Deli saçması gibi geliyor adama, aklı başındaysa. Gerçekten delilik vallahi, biliyorum öyle! Ama hukuku sorgulamaya başlarsam başka şeyleri de sorgulamak zorunda kalırım. Aklımı oynatırım her şeyi açık seçik görmeye başlarsa. Yapamazsın bunu -ayak uydurmak istiyorsan yapamazsın. Gözü kapalı yürümek zorundasın, bir anlamı varmış gibi yapmak zorundasın, ne yaptığını biliyor sanmalı insanlar. Ama yok yaptığı şeyin ne olduğunu bilen! Sabahları kalkıp düşünmüyoruz yapacağımız şeyleri. Hayır beyim! Bir sis içinde uyanıp, karanlık tünellerde sürükleniyoruz akşamdan kalma. Oynuyoruz oyunu. Biliyoruz, boktan, pis bir oyun ama bir şey gelmiyor elimizden -başka çıkar yol yok. Belli bir düzende doğmuşuz, ona koşullanmışız: orasında burasında bir iki küçük gediği tıkayabilirsin, su alan bir kayığı onarır gibi, ama yeniden yapmak olmaz, vakit yok buna, limana varmak zorundasın, ya da öyle olduğunu sanırsın. Hiç varamayacağız elbet. Kayık batacak önce, inanın bana... Şimdi ben şu Henry'nin yerinde olsam, onun kadar inansam sanatçı olduğuma, sanıyor musunuz bunu dünyaya göstermek zahmetine katlanırdım? Yokum ben öyle şeyde! Tek satır yazmazdım oturup da; düşüncelerimi düşünür, düşlerimi düşlerdim, olur giderdi böylece. Beni geçindirebilecek bir işe girerdim, ne türlü iş olursa olsun, sonra "siktir ol" derdim dünyaya, "hiçbir şey yükleyemezsin bana! Sanatçı olduğumu göstereyim diye açlıktan gebertemezsin beni. Yok beyim! Ne biliyorsam biliyorum, kimse de başka türlü olduğunu söyleyemez bana." Usulcacık yaşar giderdim, mümkün olduğunca az şey yapıp, mümkün olduğunca tadını çıkarmaya bakarak. Olgun, dolgun, bereketli düşüncelerim varsa kendi başıma tadını çıkarırdım bunların. İnsanları gırtlaklayıp yutturmaya çalışmazdım onları. Bir sersem gibi davranırdım çoğu zaman. Evet efendim, sepet efendim. Bırakırdım çiğneyip geçsinler isterlerse. Ta yürekten bir şeyler olduğumu bildiğim sürece önemi yok. Emekliye ayrılırdım yaşamımın tam ortasında, beklemezdim yaşlanıp sakatlanmayı, içimi dışına çıkardıktan sonra Nobel armağanıyla teselli etmelerini... Biliyorum, sapıkça bir şey gibi geliyor bu. Biliyorum, düşüncelere bir biçim ve ses verilmeli. Ama ben bilmekten söz ediyorum, olmaktan söz ediyorum yapmak yerine. Hem canım, bir şey olmayı istersin o şey olmak için. Hiç durmadan oluşmanın bir tadı olmazdı o zaman, öyle değil mi? Neyse, diyelim kendi kendine şöyle diyorsun? boş ver sanatçı olmayı, sanatçı olduğumu biliyorum, yalnız olmakla yetineceğim. Peki sonra? Ne demektir sanatçı olmak? Kitaplar yazmak ya da resimler yapmak zorundasın mı demek? Bu sonraki iş, kabuk -sanatçı olduğunun kanıtları bunlar ancak... Henry, diyelim yazılmış kitapların en büyüğünü yazdın, tamamlar tamamlamaz da yok oldu müsveddeler? Diyelim hiç kimse bilmiyordu bu büyük kitabı yazdığını, en yakın dostun bile? O zaman benimle aynı düzeyde, kağıt üstüne tek şey geçirmemiş biri olmaz mıydın? O noktada birdenbire ölüverseydik ikimiz de, dünya hiçbir zaman bilemezdi ne senin ne de benim sanatçı olduğumuzu. Ben hayatın tadını çıkarmış olurdum, sen de bütün yaşamını harcamış olurdun.' ..."
Henry Miller, Seksus
(çeviren: Zehra Enger)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)